Mehmed Dumlu el- Kütahyevi (ks)
Nazlı üçüncü sınıfa gidiyordu, yani 2001yılı. Bir gün içime bir his düştü: “Kalk, Kütahya’ya gitmelisin. Bekleyenin var.” Çok belirgin, tevile ihtiyaç duyulmayacak kadar açık ve idrak edinceye kadar tekrarlanan bir mesaj…
Vallahi, hiç geçiştirmedim. Hemen eşim Neval’e, “Bu hafta sonu Kütahya’ya gidiyoruz,” dedim.
“Niye ki!”
“Gezme olsun!”
“Pekala…”
Termal oteli de rehberi de ayarladım… Çıktık arabayla yola. Bir yandan kullanıyorum diğer yandan düşünüyorum: “Evet, anladım, oradan bir hazret beni çağırıyor da, ben onu orada nasıl bulacağım? Ne adını biliyorum, ne adresini…”
İstanbul-Kütahya arası beş saattir. O kadar saat kurdum olası buluşmayı… Kütahya’ya yaklaşırken baktım kalbim ritmini artırmış, tatlı bir heyecan baş göstermekte. Demek ki beklenildiğime ilişkin his beyhude değil. Vesvese veya sanrı değil. Eşime bir şey söylemedim ama otelden çıkınca bizi gezdirecek olan rehberi, “Kardeşim burada saygı duyulan, hani duası istenen bir zat varsa, bizi ona yakın götür. Ya da türbeler, tarihi ocaklar, musikişinaslar…” diye yönlendirmeye çalıştım. Boşunaydı. Çocuk pek laik çıktı. Bizi gün boyu taş-toprak dolaştırdı…
Ertesi gün döneceğiz. Akşamüzeri olmuş. Herhangi bir “zuhurat” yok. Canım sıkkın mı sıkkın! Dönüp rehbere, içerleyerek, “Kütahya’ya geldik. Bir gün tükettik. Bir çini bile alamadan dönüyoruz. Üstelik çocuklar aç kaldı…” demişim.
Telaşlandı zavallıcık. “Tamam hocam, tamam, şimdi sizi bir yere götüreceğim. Hem lokantası var hem de çini atölyesi ve satış yeri…”
Yolu tarif etti, gidiyoruz. Kütahya’dan çıktık. On kilometre gittik. Antalya yoluna girdik. İleride bir “U” dönüşü yaptırdı. Ana yol üzerinde “Can Çini”nin önünde durduk. Dediği gibiydi…
Kapıya doğru yöneldik. Öndeyim ben, çocuklar arkamda beni takip ediyor. İki yana açılan otomatik kapının önündeyim. Tam eşikten geçeceğim, baktım bir iki adım mesafede uzun boylu, beyaz sakallı, beyaz takım elbiseli, heybetli mi heybetli, muhabbetli mi muhabbetli bir mübarek zat bana yaklaşıyor.
“Hoş geldiniz Mim Kemal hocam, bende sizi bekliyordum,” demez mi?
Ortalık yerli yabancı turist kaynıyor. Aldırmadım. Attım kendimi yere.
İnsan insana secde eder miymiş derler! İnsanda nur tecelli ediyorsa, Emir Arif Çelebi’nin buyurduğu gibi, bizim için ayaklarına kapanmamak küfürdür, diyenlerdendir hakir.
Tuttu, beni kaldırdı. Koluma girdi. O ne titreşimler! Vücudum yaprak gibi titriyor. Gözyaşlarım sağanak olmuş, tutana aşk olsun!
Oydu. Çağıran oydu! Azizim bizi yukarı aldı. Yemeğe oturduk. İştah nerede?
“Müşkilim vardı. ‘Allahım bunları halledebilmek için bir kulunu gönder bana’ diye dua ediyordum. Dün gece rüyamda beyaz altından iki alyans gördüm. Ortasında siz (ve eşiniz) vardı. İşte, bugün de geldiniz.”
Aslında mütevazı davranıyordu. O -sultanım- bizim müşkillerimizi halledecekti. Hayatımıza -özellikle Nazlı’nın- istikametine himmet edecekti. Birazdan anlatacağım.
Evet, zahiren onun algıladığı gibi Şaban-ı Veli,Sun’ullah Gaybi ve Evliya Çelebi sempozyumlarının tertip edilmesinde önayak oldum. Daha doğrusu “vesile” olduk. O yaptırdı, hakir sevabı aldı, diyelim.
Şu dünyanın devranına akıl erdirmek mümkün değildir! On yıl önce Aydınlar Ocağı için gittiğim bir sempozyumda konferans heyeti ile birlikte onu, çini dükkanında ziyaret etmiştik. Ama heyet içeri girmiş, ben dışarıda ziyaretin bitmesini beklemiştim. Tütün içmek için…
O gün aramızda bir kapıcık mesafe vardı ve ben o eşiği geçmemiştim. Geçirmemişlerdi, herhalde.
Ne var ki, dem bu demdi. On yıl sonra onun cezbesi bizi alıp rüzgar olup eşiğine taşımış, aguşuna bırakıvermişti! İlahi senaryo, ne denebilir ki!
Öylesine aşklıydı ki! Bazen konferanslarda dayanamaz, fırlar yerinden, “Aşkım ben, Aşk” diye haykırırdı! Sırf cemaldi mübarek.
Yedi sene hizmet ettim, ona. Her sene de Sun’ullah Gaybi Hazretleri’nin ayakucuna sırladığımız kabir-i şerifini ziyaret etmekteyim.
Zara kardeşimizin onun için yazdığı bir ilahi vardır. “Sultanım…” Şimdi , Mustafa Ceceli söylüyor. Pek de güzel söylüyor. Her dinleyişimde gözyaşlarım sel oluyor, nedense.
“…Canımdan başka servetim yokken
Canımdan geçmeye geldim
Kabul et n’olur ey sultanım
Aşkınla yanmaya geldim.”
Musikiyi çok severdi. Can Çini’nin altı tekkeydi. Halveti-Şabani dergahı… Orada azizimle az zikre girmedik. Nazlı da hanımlar kısmında durmaz, koşa koşa yanıma gelir, halkada yerini alırdı. “Safiyullah o çocuk,” der, kimse aldırmazdı.
“Kütahya’nın pınarları” türküsü bana göre bu ilin evliyaulllah hazeratı için söylenmiştir. Bana azizimi hatırlatır.
Yine ihvan, Münir Nurettin Selçuk’un “Bir tatlı huzur almaya geldim” şarkısını Kalamış için değil, Kütahya için söyler, duygulandırırdı hepimizi.
Evet, bir tatlı huzur havası hakimdi etrafına,,,
Sultanım, bize, “Nazlı’ya müzik iyi gelir,” diye buyurmuştu. Nazlı ile korolara yazıldık. “Ritim iyi gelir,” dedi, bendire ve onunla birlikte vurmalı çalgıları talime başladık. Elli yaşlarında musikiye soyunduk, eyvallah.
Dedim ya, “kalp doktoru’ydu o. Reçetemizi yazmıştı. Onun bir işareti ile fakirin önünde bendirzenlik sahnesi açıldı. Nazlı “rehabilite” oldu. Onun sayesinde aynı durumdaki özel çocuklara da (hocalık yapmama) vesile oldu.
Nurluydu. Allah nurunu arttırsın. Hatırası önünde tazimle eğiliyorum. Eğiliyoruz. Eşimin de kızımın da gönlünde o vardır, var olagelmiştir bugüne değin…
Oturma odamızdaki kütüphanenin üstünde fotoğrafına bakıyorum. Azizim bir yanına Zara’yı diğer yanına Nazlımı almış birlikte sahnedeler, şarkı söylüyorlar…
Fakiyr’in Dervişin Sema Defteri’nden, s.84-87.